“HER ŞEYİ KONTROL ETMEK İSTEĞİMİZDEN VAZGEÇEBİLİR MİYİZ?”
Hayatımızın büyük bir kısmında farkında bile olmadan başkalarının beklentilerini karşılamaya çalışıyoruz. Ailemizin bizim kararlarımıza katılmadığını mı hissediyoruz? Onları üzmemek için kendi isteklerimizi geri plana atıyoruz. Eşimiz veya dostumuz hayal kırıklığına uğramasın diye daha çok çabalıyor, fedakarlık ediyoruz. İş yerinde bile bu böyle değil mi? Ama bazen tamamen kendi köşemize çekiliyor, sessizleşiyoruz. Depresyon bile denenebilir buna… Yazarımız Mel Robbins, kendi hayatında bunu yıllarca deneyimlemiş. Başkalarını memnun ettikçe rahat edeceğini, onların onayıyla huzur bulacağını düşünmüş ancak sonuç değişmemiş. Yorgunluk, tükenmişlik ve yetememek hissi peşini bırakmamış. Ne kadar uğraşsa birileri mutlaka hayal kırıklığına uğruyor, birileri mutlaka onu eleştiriyormuş. Peki bu işin başka bir yolu var mı? Robbins’in bu soruya yönelik 2 kelimelik çok net bir yanıtı var: Let them, yani bırak yapsınlar. Bu kadar basit. Kontrol edemediklerinizi dert etmediğiniz andan itibaren hayatta kendinize daha fazla alan ve özgürlük bulursunuz diyor yazar.
LET THEM + LET ME
Bazen bir fotoğraf birdenbire gününüzü altüst eder. Mel Robbins’in başına gelen de tam olarak bu. Kanepesinde otururken, eski bir arkadaşının sosyal medyada paylaştığı karelere denk geliyor. Fotoğraflar bir hafta sonu kaçamağından. Brunch’lar, kahkahalar, mangal başı sohbetleri… En sonunda grup fotoğrafına yaklaştığında fark ediyor ki bu arkadaş grubu onun yıllardır birlikte çocuk büyüttüğü, hayatını paylaştığı insanlar. Hepsi bir araya gelmiş ama o orada değil. Bunun peşinden iç sıkışmasıyla birlikte dışlanmışlık hissi geliyor. Mel önce kendini teselli etmeye çalışıyor: “Belki unuttular… Belki yanlışlıkla oldu.” Ama nafile. Sonra kafasında kısır döngü başlıyor: Bir şey mi yaptım? Acaba kızgınlar mı? Niye hep unutulan ben oluyorum? Kendini bu sorgulamalara kaptırmışken, eşi Chris içeri giriyor ve sakin şekilde soruyor: “Neden bu kadar önemsiyorsun?” Aslında cevap basit. Çünkü çoğumuz çevremizde olan biteni kontrol etmek istiyoruz. İçinde bulunduğumuz durumu, insanların bizi nasıl gördüğünü hatta hislerini yönetmek istiyoruz. Çünkü bu kontrol illüzyonu bize sahte bir güvenlik hissi veriyor. Ama bu bir yanılgıdan ibaret. Gerçek şu ki başkalarının kararlarını kontrol edemezsiniz. Onları kontrol etmeye çalışmak sadece sahip olduğunuz kaygıyı büyütür ve derinleştirir. Bırakın ne isterlerse yapsınlar, eğlensinler, istedikleri gibi yaşasınlar. Bunu gerçekten kabullenebildiğiniz vakit sahip olduğunuz kaygı seviyesi azalmaya başlıyor. Ama bir yanlış anlaşılmadan kaçınmak için konuya açıklık getirmekte yarar var. Yazarın bahsettiği bırak gitsinler, yapsınlar, etsinler yaklaşımı bir boş vermişlik ya da pes etmek değil. Çok gayret etmemize rağmen bazen anlayamayız, değiştiremeyiz, başaramayız. Böyle düşünebildikten sonra teorinin ikinci ayağı “Let me” kısmı devreye giriyor. Soru şu: Peki şimdi ben ne yapacağım? Ben bu durum karşısında ne istiyorum? Ne yapabilirim? Belki eski arkadaşlarına ulaşmak, belki kendi sosyal hayatını yeniden inşa etmek, belki de sadece biraz durup kendini dinlemek, ihtiyaçlarını tespit etmek… Let me, yaşadığın durumun sorumluluğunu yüklenmek, başkalarına bakmak, onları takip etmek veya sorumlu tutmak değil. Onlar hayatını yaşarken siz de kendi hayatınızı şekillendirebilirsiniz.
HAYATIN STRES TESTİ
Günlük hayatta stresi tamamen ortadan kaldırmak mümkün değil. Mesele bu stresin sizi altüst etmesine izin vermemek. Yani başkalarının davranışları sizin ruh halinizi belirlememeli. Mesela sizi geciktiren kasiyer, siparişinizi bir türlü getirmeyen garson, uçakta yüzünüze öksüren yolcu, yolculukta arkanızda saatlerdir ağlayan bebek… Hiçbiri sizin enerjinizi çalmamalı. “Let them” yani bırak yapsınlar yaklaşımı burada devreye giriyor. Onlar kendi hayatlarını yaşasın, siz kendi huzurunuzu koruyun. Çünkü sizi rahatsız eden bu durumlar düzelmeyecek. Ancak siz kendi iç huzurunuzu koruyan stresini yöneteceksiniz. Beynimiz stresle baş edemediğinde prefrontal korteks devre dışı kalıyor, amigdala kontrolü ele alıyor. Çoğumuzun adına aşina olduğu o meşhur “savaş ya da kaç” modu devreye giriyor. Sonuç? Sarf etmek istemediğimiz kırıcı sözler, alınmaması gereken yanlış kararlar ve en nihayetinde tükenmişlik oluyor varacağınız nokta. Bu düşünce döngüsünden çıkmak için Robbins’in let them ve let me teorisi çalışabilir. İlk olarak başkalarının davranışlarını olduğu gibi kabul ediyorsunuz, sonra “şimdi ben ne yapmalıyım?” sorusunu kendinize yöneltiyorsunuz. Bazen let them demek yeterli. Bazen ise let me diyerek harekete geçmeniz gerekiyor. Buna siz karar vermelisiniz. Kendi dünyanızı kontrol edemezken, çevrenizdeki sorunları düzeltmeye çalışmak yıpratıcı olacak.
KIYASLAMAK
Kıyaslamak yalnızca insana ait bir alışkanlık değil. Kıyas, hayvanlar aleminde bile var. Bir erkek aslan, sürünün lideri olabilmek için diğer erkekleri yenmeli. Bir dişi tavus kuşu, en parlak kuyruklu erkeği eş seçer. Bu kıyaslar güçlü genleri aktarmak ve hayatı sürdürmek için gerekli ve hayvanlar bunu içgüdüsel yapar. Ama insana gelince iş karmaşıklaşıyor. Biz kıyasladığımızda yalnızca bir değerlendirme yapmıyoruz. Duygularımız, bencilliğimiz, motivasyonumuz ve daha birçok şey işe dahil oluyor. Aslında mesele kıyaslamak değil, neticede nasıl davrandığımız. Çünkü yaptığımız bu kıyaslar Mel’in tabiri ile sessiz bir işkenceye dönüşüyor. Kıyaslayarak kendimizi yavaşça zehirliyoruz. Ama kıyasın bir de bambaşka bir yüzü var. Robbins buna teacher yani mürşit diyor. Yani kıyasladığın kişiyi bir rakip olarak değil, bir öğretmen olarak görmek. Bu hiç kolay değil. Mel’in önerdiği şu: O kişiye öfkelenmek ve onu kıskanmak yerine onun hikayesinden ne öğrenebileceğinize bakınız.
YETİŞKİN DÖNEMİNDE DOSTLUKLAR
Yetişkinlikte dostluklar çocukluk yıllarındaki kadar kolay değil. Çocukken arkadaşlık kurmak için çoğu zaman bir plan yapmaya bile gerek kalmaz. Aynı sokakta oynamak ya da aynı sınıfta okumak yeterli. Ama sonra, büyürsünüz. Taşınmalar, iş değişiklikleri, hayatın farklı evreleri derken herkes kendi yoluna gider, bazıları ise silinir gider. İşte tam bu noktada bırakın yapsınlar yaklaşımı devreye giriyor. Herkesin kendi yoluna gitmesini, yeni çevrelere karışmalarını hatta bazen mesajlarınıza dönmemelerini normal karşılamak gerekir. Robbins dostlukların üç temel üzerine kurulduğunu söylüyor: Yakınlık, zamanlama ve enerji. Aynı ortamda bulunmak yakınlığı sağlar. Benzer hayat evrelerinde olmak zamanlamayı kolaylaştırır ve aradaki “kimya” da enerji dediğimiz şeyi yaratır. Bu üçünden biri eksildiğinde ilişkiler de doğal olarak değişir. Peki ya zamanla geriye kimse kalmazsa? İşte burada da “bırakın yapayım” yaklaşımı devreye giriyor. Yeni bir sosyal çevre kurmak için inisiyatif almanız gerekiyor.
.
Değerli okuyucumuz,
Bu haberin detayını Business Türkiye dergisinde bulabilirsiniz.




 
						

