“DİNLE, DİNLE, DÜŞÜN”

Biz küçükken avucumuzun içindeki akıllı bir cam ekrana dokunarak aynı renkteki şekerlemeleri yan yana veya üst üste getirip patlamalarını sağlayarak eğlenmezdik. Oyun denince aklımıza gelen daha basit bir şeydi. Misal, en az üç arkadaş (mümkünse beş ve fazlası daha iyi olur) el ele tutuşup bir daire oluşturur ve hep bir ağızdan “Kutu kutu pense, elmamı yerse, arkadaşım Evrim, arkasına dönse” tekerlemesini ritmik biçimde söyleyerek aynı yöne doğru dönerdik. Bu kurguda adı söylenen Evrim arkasını döner ve fakat bağlamdan kopmaz, dairenin bir parçası olarak kalırdı. Bütün oyuncular tek tek arkası dönük hale gelene kadar müzikli dönmece devam ederdi. Oyuncuların adanma ve sabrına bağlı olarak ki bunlar bizim kuşakta ziyadesiyle mevcuttu herkes arkasını döndükten sonra, tekerleme bu kez “Kutu kutu pense, elmamı yerse, arkadaşım Evrim, önüne dönse” şekliyle tekrar edilir, oyunun başladığı noktaya gelmesi sağlanırdı. (Başladığın noktaya gelmek için bunca emek vermek sanırım bizim kuşağa has bir davranıştı.) Sisifos mitini andıran bu tuhaf oyunun pedagojik amacı neydi bilmiyorum. Bir kuşağa takım oyununu, kaynaşmayı ya da birbirine ismini kullanarak seslenmenin güzelliğini öğretti belki de. Ancak aynı kuşağı onulmaz sorularda da baş başa bıraktı: Neden penseler kutu kutuydu? Bir kutuda kaç pense vardı? Bu penseler elmamızdan ne istiyordu? Yaşım kırkı geçtikten sonra konunun penselerle hiç ilgisi olmadığını öğrendim. “Kutu kutu pense” şeklindeki anlamsız kelime dizilişinin Fransızca “dinle, dinle, düşün” anlamındaki “écoutez écoutez pensez”nin kulağa hoş gelen tercümesinden başka bir şey olmadığını duyduğumda çocukluğumun bir parçasının çalındığını hissettim. Neden en az iki kez dinleyip, en az bir kez düşünmemiz gerektiğini bize açık açık söylememişlerdi? Bütün çocukluğumuz, çeşitli nesneleri sıkmak, germek, kıvırmak, kesmek için kullanılan dahası çekiç görevi de gören bir aletin ismini adeta bir mantra gibi tekrar etmekle geçmeseydi yetişkinliğimiz çok farklı olabilirdi. Kutularca pense bilinçaltımıza yerleşti ve beynimizi alfa frekansında programladı. Artık her gördüğümüzü sıkmak, germek, kıvırmak, kesmek istiyorduk. Dinlemiyor, dinlemiyor, düşünmüyorduk. Artık çocuk değilim. Pense konusu kapandı. Ortam ziyadesiyle dijital. Fevkalade akıllı aletlerimizle günde ortalama 8 saatimizi internette geçiriyoruz. Sanal çiftliklerde dijital ödeme sistemleri ile hayvan satın alıyor, ponzi oyunlarına bel bağlıyoruz. Sosyal platformlarda sloganımız “Vurun kahpeye”. Sanal linç yangınına her saniye odun atıyoruz. Dijital yetkinliklere sahip olmadan, akıllı aletlere sahip olmanın bedelini ödüyoruz. En akıllı geçinenlerimiz bile anladı. İnsan duygusal bir hayvandır. Aldığı kararları ne kadar mantığa dayandırmaya çalışsa da rasyonellikle açıklanmayan davranışları vardır. Tam da bu yüzden bu davranışları “dürtecek” iktisadi yapılara, teşvik sistemlerine ihtiyacı olur. İnsan davranışına dair bu fark ediş bizlere “Homo Economicus” neslinin tükenişini haber verir. Davranışsal ekonomi, 1980’li yıllara kadar egemen olan temel iktisadi görüşün varsayımlarını reddederek hayatımıza girdi. Öyle ki 1978, 2002 ve 2017’de verilen 3 Nobel Ekonomi Ödülü, “davranışsal ekonomi” alanına verildi. 1978’de Herbert Simon belirsizlik altında insanın kendisine bazı kestirme yollar yaratarak karar vermeye çalıştığını ortaya koydu. 2002’de Daniel Kahneman ve Amos Tversky, insanların belirsizlikle karşılaştığında kullandığı zihinsel kestirmeleri, zihnin düştüğü yanılgıları ve önyargıları deneylerle gözler önüne serdi. 2017’de Richard Thaler, yanılgı noktalarımızı bilmenin insanları daha rasyonel kararlar vermeye nasıl yönlendirebileceğini ortaya koydu. Davranış ekonomisi çalışmaları 100 liralık kaybın, 100 liralık bir kazancın iki katı kadar bir duygu yoğunluğuna yol açtığını gösteriyor. Davranış ekonomisi yaklaşımı ile çalışan ya da tüketici davranışını yönlendiren kurumlar da var. Google, yemekhanesinde daha küçük tabak kullanan kişilerin daha küçük porsiyon yediğini belirterek çalışanlarını sağlıklı yaşama teşvik ediyor. Singapur sadece vergi beyannamelerinin rengini genelde borç ihbarnameleri için kullanılan renk olan pembe yaparak, vergilerin zamanında ödenmesinde yüzde 3-5 oranında artış sağladı. Galler hükümeti organ bağışını “aksi belirtilmedikçe tüm insanların organ bağışçısı sayılacağı” yönünde bir kanun çıkararak ciddi oranda yaygınlaştırdı. Günlük yaşantımızda karar verme tuzaklarına en çok düştüğümüz yer sosyal medya. Salgının tetiklediği belirsizlik iklimi dikkatimizi dağıtmaya devam ederken, dijital platformlarda hızla yayılan yanlış bilgiler ve sahte haberlerle karar verme alanımız kirleniyor. Bu da hem bireysel hem de toplumsal refahı olumsuz etkiliyor. İyi haber şu ki davranış bilimi, insanların dürtüsel veya sezgisel hareket etmek yerine eleştirel düşünme ve bilinçli dürtmelerle sahte haberlere daha az inanmalarını mümkün kılıyor. Özellikle kritik kararlarımızı doğrulanma gerektiren bir iş riski olarak yeniden çerçevelememiz önemli. Gerçeği, fanteziyi veya kurguyu ayırmak için sorular sormamız bu nedenle elzem. Kaynak genellikle abartıyor mu? Tetikleniyor muyum? Bu kanıta mı dayanıyor? Belirsizliklerle çevrili bir yüzyılda, niyet edilmiş iyiliğin örgütlü kötülüğü yenmesi için karar çerçevemizi genişletmemiz gerekiyor. Çağa yakışır karar mimarları olmamız mümkün. Yeter ki dinleyelim, dinleyelim ve düşünelim.

Değerli okuyucumuz,

Bu haberin detayını Business Türkiye dergisinde bulabilirsiniz.