Türkiye ekonomisinin en önemli sorunlarının başında yüksek enflasyon gelmektedir. Yüksek enflasyon, Türkiye ekonomisinin uzun yıllardır çözülememiş ekonomik sorunlarından biri. Türkiye’nin uzun yıllardır enflasyon ortalaması TÜFE için yüzde 39, ÜFE için yüzde 38 dolaylarında seyretmektedir. Aslında, 2001 krizinden sonra aşağı yönlü bir ivme kazanmış olsa bile, enflasyon oranları dünya ortalamasına göre hala çok yüksek ve son yıllarda yeniden artış eğilimi içine girdi. TÜİK’in açıkladığı eylül ayı TÜFE yüzde 1,25 artışla yıllık enflasyonu 19,58’e çıkardı. Enflasyon bir türlü önlenemiyor. Eylül ayında TÜİK verilerine göre, enflasyon alt kaleminde yer alan 13 harcama grubundan sadece giyim-ayakkabı grubunda yüzde-0.16’lık düşüş yaşandı. Buna karşılık eğitim aylık yüzde 5.5, ev eşyası 3.33, konut 2.34, lokanta ve otel 2.22 artışla yüzde 2’nin üzerinde değişim gösterdi. Gıdadaki artış ise yüzde 0.50 ile sürdü. TÜİK‘in fiyatlarını derlediği 415 kalemden 401’inde artış gözlenirken, 10’unda fiyat düştü, 4’ünde ise fiyat değişmedi.

TCMB’nin yasasında yer alan “TCMB ‘nin temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır” ifadesi Türkiye’de para politikasının amacının fiyat istikrarı olduğunu gösteriyor. Merkez Bankası bu amaca ulaşabilmek için enflasyon hedeflemesi adı altında bir strateji uyguluyor. Hedefi tutturabilmek için buna uygun bir para politikası da benimsemiş durumda. Uygulanan para politikasının başarısını ölçebilmek için, beklenen ve gerçekleşen enflasyon oranlarına bakmak gerekli. TÜİK’in verileri değerlendirildiğinde ise; 2009 ve 2010 yıllarında, küresel krizin neden olduğu ekonomik küçülmenin yarattığı çöküşün etkisiyle ortaya çıkan geçici bir başarı dışında, para politikasının başarısız olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Bu durumda, Türkiye’nin 2001 krizi sonrasında IMF ile birlikte uyguladığı program dışında, enflasyonla mücadele konusunda başarılı olamadığı görülebilir. Aslında Türkiye’nin enflasyonla mücadeleyi görünüşte yürüttüğünü, gerçek uğraşısının enflasyon değil büyüme olduğunu söyleyebiliriz. Salgın süreci büyümeye ilişkin beklentileri son derece olumsuz etkiledi. 2018 yılında yaşanan kur şokunun ardından 2019 yılını büyümeyle kapatan ekonomimiz, 2020 yılının ilk çeyreğini de %4,5’lik büyüme ile kapatmıştı. Salgın önlemleri ile birlikte hızla yaşanan daralma, üçüncü çeyrekte %10’a yakın bir daralmaya yol açmıştı. Sonraki dönemde gelen hızlı toparlanma ile üçüncü çeyrek büyümesi %6,7 olarak açıklandı. Bu hızlı toparlanma sürecine hızlı kredi büyümesi politikası da önemli bir baz oluşturdu. Hızlı kredi büyümesi süreci, ekonomik büyümeyi ivmelendirmekle birlikte aşırı ısınmaya yol açtı. Borç yoluyla büyümenin yarattığı enflasyonist baskı, düşük faiz ortamının etkisiyle reel faizleri hızla negatif bölgeye çekerken, kur ve ödemeler dengesi üzerindeki baskıyı hafifletmek üzere kullanılan rezervler risk fiyatlamalarının bozulmasına yol açtığını söyleyebiliriz. Son dönem açıklanan büyüme rakamları ışığı altında pozitif büyüme rakamlarına ulaştığımız görülüyor. Büyümeye katkının ise, daha çok ihracat rakamlarından kaynaklandığını söylemek yanlış olmasa gerek.

Türkiye İstatistik Kurumu ile Ticaret Bakanlığı iş birliğiyle oluşturulan genel ticaret sistemi kapsamında üretilen geçici dış ticaret verilerine göre; ihracat 2021 yılı ağustos ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre %51,9 artarak 18 milyar 916 milyon dolar, ithalat %23,6 artarak 23 milyar 175 milyon dolar olarak gerçekleşti. Bu durumda ağustos ayında dış ticaret açığının, bir önceki yılın aynı ayına göre azaldığını söylemek yanlış olmayacak. Ağustosta, geçtiğimiz yılın aynı ayına göre; 25 sektör ihracatını artırırken, 2,4 milyar dolarlık ihracatla otomotiv sektörü ilk sırada yer aldı. En dikkat çekici artış ise, ihracatını 1,4 milyar dolar artıran çelik sektöründe yaşandı. Kilogram başına ihracat değerini en çok artıran sektör, yüzde 86 artışla gemi ve yat sektörü oldu. Net ihracatın, büyümeye tek başına katkısının dörtte birinin çok üstünde olması ise Türkiye açısından dış ticaretin ne kadar önemli bir unsur olduğunu gösteriyor. Daha ne isteyebiliriz ki; ihracat yurt sathına yayılıyor ve daha küçük işletmeler de ihracattan aldıkları payları artırıyorlar. Ülke ekonomisi adına oldukça sevindirici bir gelişme. Fakat bu durumu tek başına, kurlardaki artışla açıklamak doğru değildir. Özellikle son dönemlerde ifade edilen rekabetçi kur söylemlerinin modası geçti. Nitekim, Türkiye’deki dolar artışı 2016 yılından bu yana Kırılgan Beşli ülkelerinden ayrılıyor. Ancak ihracat dolar kurundaki artış kadar hızlı artmıyor. Örneğin, 2016 ve 2019 yılları arasında Türkiye’de dolar kuru yüzde 75 artmış, diğer ülkelerdeki artış ise yüzde 6 ila 25 arasında sınırlı kalmış durumda. Aynı dönemde, ihracatın diğer ülkelere göre daha fazla artması beklenirken rakamlar birbirine çok yakın. 2016’dan 2019’a kadar ihracat artışı Türkiye için yüzde 20,30 iken, diğer kırılgan beşli temsilcileri için yüzde 16,05 ile yüzde 22,62 arasında; yani ortalamaları yüzde 19,44 oranında gerçekleşti. Döviz kuru rekabet avantajı sağlar mı sorusunun sağlaması Kırılgan Beşli ’ye baktığımız zaman çalışmıyor. Aslına bakacak olursak, döviz kurunun ihracat avantajı olması, serbest piyasada tartışma konusu. Son teknolojik gelişmeler, ihracat pazarlarının farklılaşması ve diğer birçok nedenle kırılıyor. Sabit bir eğilim gösterdiği 2002 – 2012 yılları arasında, küresel krizin Türkiye’yi etkilediği 2009 yılı hariç, ihracatı düzenli olarak artıyor. Bir başka deyişle kur rekabetçi olmadığı halde ihracatımız artmış. Buna karşılık TL’nin hızla değer kaybettiği 2013 – 2019 yılları arasında ihracat o dönemdeki gibi bir artış sergileyememiş. Bu analiz bize, “rekabetçi kur” denilen yaklaşımın öyle sanıldığı gibi otomatik etkiler yaratmayacağını gösteriyor. Yani serbest piyasaya geçiş dönemlerinde döviz kuru bir rekabet unsuru olarak görülürken, bu durum artık yeni dünya ticaret düzeninde pek mümkün değil. Aslında bu durum kurdaki olağanüstü artışı meşrulaştırma çabasından öte bir anlam taşımıyor.

Değerli okuyucumuz,

Bu haberin detayını Business Türkiye dergisinde bulabilirsiniz.